728 x 90 px Reklam Alanı
Altın Silsile Ahmed el-Fârûkî es-Serhendî el-Ma’rûf bi’l-İmâmi’r-Rabbânî Müceddîdi’l-Elfi’s-Sânî (Kuddise Sirruh)

Ahmed el-Fârûkî es-Serhendî el-Ma’rûf bi’l-İmâmi’r-Rabbânî Müceddîdi’l-Elfi’s-Sânî (Kuddise Sirruh)

Ahmed el-Fârûkî es-Serhendî el-Ma’rûf bi’l-İmâmi’r-Rabbânî Müceddîdi’l-Elfi’s-Sânî (Kuddise Sirruh)

Elf-i Sânîde Müceddîd pîri pîrânımız,
Sultanımız pîru minnettarımız.

Silsile-i Tarîkat-ı Nakşibendiyye “aktâb gülşeni”nin bir kutbu da hakîkat rumuzlarının kâşifi, evliyanın önderi, ilâhî feyizler masdarı, muhakkık ulemanın umdesi, ilâhî ilimler hazinesi, vasılların gavsı, ariflerin kutbu, velâyet-i Muhammediyye’nin burhanı, Şerîat-ı Mustafaviyye’nin hucceti, ikinci bin yılın Müceddîdi, Mevlânâ Ahmed el-Fârûkî es-Serhendî İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretleridir. Silsile-i Aliyye-i Nakşibendiyye’nin yirmi dördüncü altın halkasıdır.

Dünyayı Teşrîfi

İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) aşûrâ günü 10 Muharrem 971 (m. 1563)’de Serhend (Sirhind, Serhind)[1]’de dünyayı teşrif etmiş olup[2] Emîru’l-Mü’minîn Ömer el-Fârûk (Radıyallâhu Anh) hazretlerinin mübarek nesebindendir. Nesebinin tamamı salih ve fazıl kimseler olup zamanlarının büyük âlimleri idiler.[3] Babası Şeyh Mahdûm Abdulehad (Kuddise Sirruhû) yüksek makamlar ve aklî-naklî ilimler sahibi, devamlı seyahat eden, iyiliği anlatıp kötülükte men eden bir zattı. Şeyh Mahdûm (Kuddise Sirruhû), Hindistan’ın Skendere kasabasında bir müddet kalmaya ve ilim neşrine niyetlendi. Bir gün kendisine o memleketin asil ailelerinden sâliha bir hanım için nikâh talebi iletildi. İlk önce bu talebe bir özürle birlikte olumsuz cevap verse de daha sonra kabul etti ve bu hanımı kendisine nikâhladı. Bu ziyadesiyle saliha ve iffetli hanımdan da İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) gibi büyük bir zat dünyaya geldi.[4] İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) Şeyh Mahdûm’un yedi oğlundan dördüncüsüdür. Şeyh Mahdûm’un diğer oğulları da nisbet sahibi, salih kimselerdi.[5]

Nâm-ı meşhûr, İmâm-ı Rabbânî,
İzn-i Hakk ile Tecdîd etti bu dini.[6]

Yetmiş bin velînin serdarı olan İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretleri ikinci bin yılın Müceddîdi addedilmiştir.[7] Müceddîd, “tecdîd”[8] mastarından müştak olup, “yenileyen” anlamına gelir. Ebû Hureyre’den (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللَّهَ يَبْعَثُ لِهَذِهِ الْأُمَّةِ عَلَى رَأْسِ كُلِّ مِائَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا

“Şüphesiz ki, Allah (Celle Celâlühû) bu ümmete her yüz sene başında ümmet için din(işlerin)i yenileyecek zatlar gönderir.”[9]

İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) Mektûbât’ta şöyle buyurmuştur: “Her yüz (sene) başında bir Müceddîd gelip geçmiştir. Lakin yüz (senenin) Müceddîdi bin (senenin) Müceddîdi gibi değildir. Aralarındaki fark yüz ile bin arasındaki fark gibidir; hatta daha da fazladır. Müceddîd olan zat, o müddet içerisinde ümmete gelen varidâtın kendisi vasıtasıyla geldiği kimsedir. İsterse o vaktin kutupları, evtâdı, ebdâli ve nücebâsı bulunmuş olsun.”[10]

Mustafa İsmet Garibullah Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Risâle-i Kudsiyye’de İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin Tecdîd makamı hakkında şöyle buyurmuştur:

Husûsa elf-i sânîde Müceddîd,
Ahmedü’l-Fârûki’s-Serhendî ceyyid.
Turuk usûlini tasfîye ve tecdîd,
O etti feyzi zâhir hem de şâhid.
Bu feyzi bul azîz Hakk’a gidelim,
Cemâl-i bâ kemâle seyr idelim.[11]

İlim Tahsîli ve Yetişmesi

İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) daha çocukken kendisinde olağanüstü haller müşahede ediliyordu. Menkuldür ki, çocukluk zamanında kendisine büyük bir hastalık isabet etti. Öyle ki, hanelerinde büyük bir üzüntü meydana gelmiş, neredeyse hayatından ümidi kesmişlerdi. Bu rahatsızlığından dolayı babası Şeyh Mahdûm (Kuddise Sirruhû)’un senelerce sohbetinden istifade ettiği Şâh Kemâl (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin yanına götürülüp dua istendiğinde şöyle buyurdu: “Hiç üzülmeyiniz! Bu çocuk uzun yaşayıp, ilmiyle amil olan büyük bir âlim, eşsiz bir ârif olacak.”[12]

Bununla birlikte Şâh Kemâl (Kuddise Sirruhû) birçok kere İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû)hakkında Şeyh Mahdûm (Kuddise Sirruhû)’a büyük müjdeler vermiştir.[13]

Ahmed el-Fârûkî (Kuddise Sirruhû) hazretleri ilk eğitimini babasından aldı. Müthiş bir zekâ ve muhakeme kabiliyeti bulunan Ahmed el-Fârûkî (Kuddise Sirruhû,) küçük yaşına rağmen Kur’ân-ı Kerîm hıfzını tamamladı. Dönemin birçok muhakkık ulemasından çeşitli ilimlerde dersler aldı. İlimde bir hayli ilerledikten sonra Siyâlkût’e giderek orada Allâme Abdulhakîm es-Siyâlkûtî (Kuddise Sirruhû)[14]’nin de hocası olan Şeyh Kemâlüddîn el-Keşmîrî (Kuddise Sirruhû)’den ilim tahsil etti. Mezkûr zat mantık, kelâm ve usûl-i fıkıh alanlarında çok mahir bir müderristi. Daha sonra İbn Hacer el-Heytemî (Rahimehullâh)’nin talebelerinden olan Şeyh Yakup es-Sarfî (Kuddise Sirruhû)’den bazı hadis metinlerini okudu.[15]

Tedrisât Hayatı

İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû), aklî-naklî, usûlî-furû’î ilimleri tamamladıktan sonra ilim kürsüsüne oturarak talebelere ders verdi.[16] Bu arada Arapça ve Farsça olmak üzere Risâle-i Tehlîliyye ve Redd-i Şî’a (veya Revâfız) gibi bazı risaleler kaleme aldı.[17] Babası, henüz on yedi yaşına geldiğinde, ilimleri cem etmiş ve ulema arasında belirli bir mekân elde etmiş olan Mevlânâ Ahmed el-Fârûkî (Kuddise Sirruhû) hazretlerine Kâdiriyye, Sühreverdiyye ve Çeştiyye tarikatlarından icâzet verdi.[18] Bundan sonra ilim-irfanın yayılması ve saliklerin terbiyesiyle meşgul oldu. Fakat Tarikat-ı Nakşibendiyye-i Aliyye nisbetini elde etmek için ruhunda büyük bir arzu vardı. Çünkü Nakşibendiyye nisbetinin faziletinin farkındaydı.[19] Nakşibendiyye büyüklerinin vasıflarını özellikle babasından dinler, devamlı onların risalelerini okurdu.

Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) Hazretlerine Mülâkî Oluşu

Haremeyn’i ve Hazret-i Risâlet-penâh Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)’i ziyaret etmek için çok arzulu olan İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) yaşlı olan babasını hasrette bırakmak istemediğinden bu ziyaretlerini bir zaman gerçekleştiremedi. Ancak İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû), 1007 senesinde babası vefat ettikten bir sene sonra Mekke ve Medine’ye kavuşmak üzere Serhend’den yola çıktı. Hindistan’ın en meşhur şehirlerinden olan Delhi’ye geldiğinde Şeyh Hasen el-Keşmîrî (Kuddise Sirruhû) onu Mevlânâ Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin huzuruna götürdü. İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretleri şeyhiyle tanışmasına ve inabe almasına vesile olan Şeyh Hasan el-Keşmîrî’ye bir mektubunda şu şekilde teşekkürde bulunmuştur:

“Bu fakir, rehberlik iyiliğinizin teşekkürü konusundaki kusurunu itiraf, iyiliğinizin karşılığını vermekteki acziyetini ikrar etmektedir. Nasıl etmeyebilir ki! Zira bütün bu işler o nimete mebni, bütün bu haller o ihsanınıza bağlıdır. Güzel vasıtalığınız sayesinde bana, az kimseye nasip olan şeyler verildi, bereketli aracılığınız sebebiyle çok az kimsenin tattığı zevkleri yaşadım. Bana, çoğu kimseye müyesser olmayan özel bahşişler ve bunların ilimleri verildi. Haller, makamlar, zevkler, vecdler, ilimler, marifetler, tecellîler, zuhurâtlar… Bunların hepsi benim için yükselme basamakları kılındı. Hak Sübhânehû’nün yardımıyla bu basamaklarla kurb (yakınlık) derecelerine ve vusûl (ulaşma) menzillerine ulaştım. Kurb ve vusûl kelimelerini seçmem ibare darlığındandır. Yoksa bu makamda, ne kurb, ne vusûl, ne ibâre, ne işâret, ne şuhûd, ne müşâhede, ne hulûl, ne ittihâd, ne keyfiyet, ne neredelik, ne zaman, ne mekân, ne ihâta, ne sereyân, ne ilim, ne marifet, ne cehâlet, ne hayret… hiçbiri yoktur. Şiir:

Kuşumdan ne alâmet ibrâz edeyim sana?
Kendisi Anka kuşu gibi mevhûmdur.
Anka’nın insanlar arasında bir ismi vardır,
Benim kuşumun isminde bile istikrar yoktur.

Allah Teâlâ ihsan ve in’amda bulunduğu halde, meydana gelmesi sebepler âleminde size teşekkürü gerektiren nimetiniz aracılığıyla gerçekleşen bu nimetleri bahşettiğinden dolayı, bir nebze de olsa sizin bu büyük iyiliğinize bir teşekkür olması ümidiyle mektubun satırlarında teşekkürümü ilettim ve bunu yazmak suretiyle kayıt altına aldım”.[20]

Mevlânâ Ahmed el-Fârûkî İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû), Mevlânâ Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin yanına çıktığında mübarek elini öptü. Hazret-i Hâce (Kuddise Sirruhû) tebessüm ederek nereye gideceğini sordu. İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hacca gitmek istediğini söyleyince, sohbetine ve tekkesine çağırmak adetleri olmasa da ondaki manevî istidâdı görünce bu mukaddes yolculuğunu bir süre ertelemesi ricasında bulundu. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) bir hafta orada kalma kararı alsa da, bu süre iki buçuk aya uzadı. İki gün geçmemişti ki Hâce (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin sohbetleriyle birlikte İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin gönlünde inâbe alma iştiyâkı doğdu.

Daha sonra İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) kalp zikri alarak manevî hazlara erişti. Birkaç gün içinde yüksek makamlar katetti. Hâce (Kuddise Sirruhû) hazretleri bir müridine gönderdiği mektupta şöyle yazmıştır: “Serhend’den Şeyh Ahmed isminde birisi geldi. Âlim ve ilmiyle amil bir kimsedir. Birkaç gün birlikte oturduk, onda çok farklı haller müşahede ettim. Dünyayı nurla dolduracak bir ışık kaynağı olacağını anlıyorum. Bunun için Allah’a hamd ederim. Onun yüksek hallerini yakînen gördüm.”[21] İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) orada kaldığı iki buçuk ay gibi kısa bir süre içerisinde Mektûbât’ın 290. mektubunda anlattığı makamlara ulaştı.[22]

Şeyhi (Kuddise Sirruhû), İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin Mevlâ Teâlâ’ya manevî yakınlığını müjdeledi ve ona bazı husûsî vakıaları anlattı. Bunlardan birisi şudur: Mevlânâ Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretleri, şeyhi Mevlânâ Hacekî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinden hilafet alarak Hindistan’a dönerken Serhend’e geldiğinde bir rüya gördü. Bu rüyasında kendisine bir kutbun civarında olduğu söylendi. İşte bu şahıs İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretleridir.[23]

İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) daha sonra şeyhinin hilâfet ve icâzet vermesiyle birlikte yüksek makamlar elde etmiş bir halde Serhend’e döndü. Burada hakkı talep eden kimselerle birlikte oldu, onları feyiz menbaından doyurdu. Bu esnada himmetinin yüksekliği onu yücelerin yücesine giden manevî yolda uzlete sevk etti. Allah (Celle Celâluhû) ona uzlette aradığı makamları tam manasıyla bir uzlet hali yaşamadan ihsân etti ve Hazret-i İmâm (Kuddise Sirruhû) tekrar talebelerinin arasına dönerek ilim ve irşada devam etti. Bundan sonra İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) şeyhine kavuşmak üzere tekrar Delhi’ye gidecekti…

Delhi ve Lahor Günleri

İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) şeyhinin emriyle Serhend’e döndükten sonra, ona tekrar kavuşmak için Delhi’ye gitti. Bir müddet burada hizmetinde kalıp sohbetlerinde bulundu. Serhend’de elde ettiği makamları burada kat kat yükseltti. Serhend’e geri döndükten sonra üçüncü kez Delhi’ye giden İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin bu gidişi, şeyhinin huzuruna son varışı oldu. Zira Mevlânâ Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû)hazretleri İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) Lâhor’dayken ahirete irtihal eyleyecekti. İmâm Rabbânî (Kuddise Sirruhû) Delhi’de birkaç gün kaldıktan sonra emir ve işaretle Lahor’a gitti.

Şehirde küçük-büyük herkes onun gelişini ganimet bilerek sohbetlerine katıldı. Bundan sonra İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin en büyük halifelerinden olacak olan ve dönemin en büyük âlimlerinden addedilen, Şeyh Muhammed Tahir el-Lâhorî (Kuddise Sirruhû)[24] gibi zatlar onun yoluna girdiler. İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin Lâhor’da hararetli sohbetleri devam ederken, Mevlânâ Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû)hazretlerinin vefat haberi ona ulaştı. Kalbindeki ferahlığın yerini birden elem ve üzüntü aldı. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretleri Delhi’ye giderek mübarek mezarını ziyaret edip oğullarına taziyede bulundu.[25]

İrşâd Vazîfesi

Mevlânâ Hâce Muhammed Bâkî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin vefatından sonra müritlerin irşat görevi tamamen İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerine kalmış oldu. Bu kutlu görev kendisine verilmeden önce şeyhinin de bizzat iştirak ettiği mana yüklü sohbetleriyle insanları feyiz deryalarına daldırırdı.[26]

Ânın feyzi kemâli vasf olunmaz,
Tarîkinde ânın bî feyz bulunmaz.
Ânâ hem sâiri kıyâs olunmaz,
Ki yetmiş bin velî serdârı, pür nâz.
Gönül ver Ahmed’e Hakk’a gidelim,
Cemâl-i bâ kemâle seyr idelim.[27]

Yüksek ilimler hazinesi olan İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) irşat görevini yerine getirirken talebelerine, el-Hidâye[28], Tefsîru’l-Beydâvî[29], Şerhu’l-Mevâkıf[30] gibi kitaplar da okuturdu.

Nakşibendiyye yolunu daha çok yaymak üzere farklı bölgelere birçok halife gönderdi. Tarikat-ı Nakşibendiyye özellikle Hindistan’da kısa zamanda yayılarak devlet büyüklerinin de intisap ettiği bir yol oldu. Bundan dolayı İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerini çekemeyen hasetçiler, iftira atarak onu Sultan Cihangir‘e[31] şikâyet ettiler.

Mahpusluk Günleri

Cihangir, İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerini huzuruna çağırdığında, İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) ona hürmet secdesi yapmadı. O zamanlar sultanın huzuruna gelindiğinde ona hürmet için secde etmek gerekli görülürdü. Bunun üzerine orada bulunan inkârcıların da kışkırtması sonucu Cihangir, İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin hapse atılması emrini verdi.[32]

İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hapse girdikten sonra da mektuplarıyla insanları irşada devam etti. Hapiste çektiği sıkıntılardan dolayı hiç şikâyetçi olmadı. Bilakis burada Mektûbât’ta açıkladığı farklı makamlara ulaştı.[33]

Sultan Cihangir’in oğlu Şâh Cihan, İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerine çok bağlı birisiydi. Onu ikna etmek ve hapisten çıkmasını sağlamak için Abdurrahman Müftü’yü, içinde sultana saygı için eğilmenin cevazıyla alakalı fetvalar bulunan bazı fıkıh kitapları ile birlikte yanına gönderdi. Ancak İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) azimet yolunu seçerek isteğini yerine getirmedi.[34]

Neticede üç yıla yakın Gevâliyâr[35] (Gwalior) kalesinde hapiste kaldıktan sonra Sultan Cihangir pişman oldu ve İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerini hapisten çıkarttı.[36]Hazret-i İmâm (Kuddise Sirruhû) hapisten izzetli ve ihtiramlı bir şekilde çıkarıldıktan sonra, Serhend’e gidip üç gün kalması, akabinde Sultan’ın talebi üzerine orduya gelerek karargâhta bir süre sohbette bulundu. Bu sohbetleriyle birçok kimse İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerine hayran kalıp, ona intisap etti.[37]

Müceddîdlik Vasfı ve Tecdîdi

Mevlânâ İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) sünnetleri ihyâ edip bid’atleri yok eden bir Müceddîd’di. Hindistan’da peyda olmuş olan birçok fasit inancı kaldırarak, müstakim yolun temellerini yeniden ortaya koydu. Hinduizm’den ithal edilmiş olan birçok uygulamayla amansızca mücadele etti. Nitekim onun bid’atlerle olan mücadelesi, yazmış olduğu eserlerinde de görülmektedir.

İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) Mektûbât’ında şöyle buyurmuştur: “Kıymetli evladıma[38] ve onun dostlarına yapacağım en önemli vasiyet, sünnet-i seniyye’ye ittiba etmeleri ve razı olunmamış olan bid’atten kaçınmalarıdır. Öyle ki bu zamanda İslam’a gurbet arız olmuş, Müslümanlar garip kalmışlardır. Aynı şekilde onların gariplikleri zamanın geçmesiyle birlikte artacak, hatta yeryüzünde Allah diyecek bir kişi bile kalmayacak, sonunda da kıyamet insanların en şerlileri üzerine kopacaktır. O halde kurtuluşa eren kimse, terk edilmiş olan bir sünneti dirilten, yapılan bid’atlerden bir bid’ati yok eden kimsedir.[39] Beşerin Efendisi olan Hazreti Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

أُوصِيكُمْ بِتَقْوَى اللَّهِ وَالسَّمْعِ وَالطَّاعَةِ وَإِنْ عَبْدًا حَبَشِيًّا فَإِنَّهُ مَنْ يَعِشْ مِنْكُمْ بَعْدِى فَسَيَرَى اخْتِلاَفًا كَثِيرًا فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتِى وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الْمَهْدِيِّينَ الرَّاشِدِينَ تَمَسَّكُوا بِهَا وَعَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ وَإِيَّاكُمْ وَمُحْدَثَاتِ الأُمُورِ فَإِنَّ كُلَّ مُحْدَثَةٍ بِدْعَةٌ وَكُلَّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ

“Size, Allah’tan korkmayı ve başınızdaki idareci, Habeşli bir köle de olsa dinleyip itaat etmenizi vasiyet ediyorum. Benden sonra hayatta kalanlar, birçok ihtilâf görecekler. İşte o zaman benim sünnetime ve hidayet edilmiş olan Hulefâ-i Râşidîn’in sünnetine, azı dişlerinizle ısırırcasına sımsıkı sarılın. Dinde sonradan çıkma işlerden sakının. Çünkü bu şekilde sonradan ortaya atılmış olan her şey bid’attir. Her bid’at ise sapıklıktır.”[40]

Sünnet’e Bağlılığı

İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) gece-gündüz ibadet ederdi. Tam bir itmi’nân, huzûr ve cem’iyyetle teheccüd namazı kılardı. Teheccüd namazından sonra tam bir huşû’ ve istiğrâk ile murâkabeye otururdu. Sabah namazının sünnetini evde kıldıktan sonra zikre oturur, mescide gidene kadar bu hal üzere devam ederdi.

Sabah namazını müridanıyla birlikte kıldıktan sonra işrak vaktine kadar zikirle meşgul olur, işrak namazını kıldıktan sonra evine giderdi. Oruç tutmaya ve nafile ibadetlere çok önem verirdi.[41]

Mânevî Derecesi

Mevlânâ İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) yüce makamlara ve pek kıymetli mertebelere sahipti. Kendisinden ziyadesiyle harikulâde haller, apaçık kerametler zuhur ederdi. İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin büyük oğlu olan Hâce Muhammed Saîd’den[42](Kuddise Sirruhû) şöyle nakledilmiştir: İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû), hayrolsun, şer olsun, meydana gelmeden önce Allah Teâlâ’nın izniyle, neyi haber verirse o aynen gerçekleşiyordu.[43] Rivayet edildiğine göre bir gün müritlerinden on kişi ayrı ayrı İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerini iftara çağırdı. Hepsinin de isteğini müspet cevapladı. Aynı anda ayrı ayrı mekânlarda, on kişinin birden iftar sofrasında bulundu.[44] İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin kerametlerinden birisi de, hapisteyken Cuma namazına çıkmasıdır. Çok sıkı bir koruma ve kalenin aşılması imkânsız duvarlarına rağmen Cuma namazına çıkar, sonra da geri gelirdi. Ama kimsenin nasıl çıktığına dair hiçbir bilgisi yoktu.[45]

Mevlânâ İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) oğullarına gönderdiği bir mektupta özet olarak şöyle buyurmuştur: “Bugün meydana gelen bir muameleyi yazıyorum, iyice kulak vererek dinlemeniz gerekir… Sabah (zikir) halkasından sonra uyudum. Rüyamda Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)’i gördüm. Meşâyihın halifelerine icazet verdiği gibi bana icazet yazarak verdi. Samimi arkadaşlardan birisi de bu muameleye aracı oluyordu. O esnada, icazet imzasında bir aksaklık olduğu zuhur etti. Bunun üzerine bu hizmete aracı olan arkadaşımız icazeti, Hazreti Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)’e götürdü. Sonra Peygamber Efendimiz